25 Nisan 2016,
Salı günü, sabah erken saatlerde uçağa binip Madrid’e doğru yola çıktık. Yanında kalacağımız arkadaşımız bizi havaalanından almaya geldi. Evi havaalanına çok yakın olduğundan toplu taşıma kullanmadık. Öğle yemeğimizi evde yiyip hızlıca metroya bindik ve Madrid’te keşif turuna çıktık . İlk gittiğimiz yer Plaza de Mayor (Mayor Meydanı) idi. Burada dolaşırken, meydana bağlanan sokaklarda, evlerin arasında kaybolduk. Yürürken “Mercado” çıktı karşımıza; üstü kapalı, etrafı camlarla çevrili bu kocaman yiyecek pazarı, İspanyol mutfağından birçok yiyeceği bir arada görebileceğiniz bir zenginliğe sahipti. İçerde, ayaküstü tapas (ekmek dilimleri üzerine çeşitli malzemeler konularak yapılan geleneksel bir İspanyol lezzeti) yiyip, içkinizi yudumlayabileceğiniz bar görüntüsünde küçük yerler vardı. İçerisi oldukça hareketli, kalabalık ve keyifliydi. Mercado’da tanesi 1 EUR olan tapasları bir tabağa koydurup, istediğiniz kadar yiyebilirsiniz. Biz de tapaslardan seçip, keyifle yedik. Çok taze oldukları için oldukça lezzetliydiler. Akşam arkadaşımızla buluşup, eve yollandık. Metro biletlerimizi, ekonomik olması için 10 geçişli aldık. Biletin değeri 12 EUR. Şehre inerken metro kullandığımız için bu biletler çok avantajlı oldu. Akşam, evinde misafir olduğumuz arkadaşımız, bize Meksika takosu yaptı. Keyifle onu yedik. O gece çok yorgun olduğumuz için erkenden uyuduk.
Ertesi gün tüm günümüzü Madrid’in ve Avrupa’nın en önemli müzelerinden biri olan Prado Müzesi’nde geçirmeye karar verdik. Müzeye gidebilmek için, metro durağı olarak, Banco de Espana’da indik. Durağın çıkışı bizi Madrid’in bir başka ünlü meydanına, Plaza de Cibelles’e (Kibele Meydanı) çıkardı. Meydan adını, burada bulunan ünlü heykel, çeşme ve saraydan almış. Palacio de Cibeles (Kibele Sarayı) çeşitli sergilerin ve etkinliklerin yer aldığı bir kültür merkezi haline dönüştürülmüş.
Neo klasik mimarinin en güzel örneklerinden biri olan saray binası oldukça etkileyiciydi. Tavan vitrayları çok güzeldi. Altı katlı binanın her katında, dönemsel olarak içeriği değişen farklı farklı sergiler vardı. Oradan çıkıp yürüyerek, Kibele Sarayı ile aynı hizada olan Prado Müzesi’ne ulaştık.
Prado Müzesi, krallık koleksiyonlarının biraraya getirilmesi ile oluşturulmaya başlanmış ve dünyanın en önemli müzeleri listesinde yer alıyor. Resimden heykele ve kişisel eşyalara kadar bir çok sanat eserinin bulunduğu bu dört dörtlük müzeden gerçekten çok etkilendik. Broşürlerde yer alan “görülmesi gereken 10 eseri” görüp, gezimizi tamamladık. Çocuklar, ne kadar yorulsalar da eserleri görme heyecanıyla bir tam gün bizimle gezmeyi başardılar. Bizi en çok etkileyen tablo, Hollandalı ressam Bosch’un 1503-1504 yıllarında yapmış olduğu “Dünyevi Zevkler Tablosu” oldu. Hatta onun bir kağıt kopyasını evimize aldık. Prado Müzesi giriş ücreti 1 kişi için 25 EUR. Bu ücrete, sergilenen eserler hakkında ayrıntılı bilgilerin yer aldığı müze kitabı da dahil. Eğer çok sayıda bilet alacaksanız, bir tanesini bu şekilde almanızı tavsiye ederim. Müzeyi gezerken merak ettiğimiz tüm bilgilere kitap sayesinde kolayca ulaştık. Çeşitli dillerde baskısı bulunan (ama ne yazık ki Türkçe baskısı olmayan) kitabın müze mağazasındaki fiyatı ise 16 EUR. Ayrıca 6 EUR karşılığında “audio guide” (sesli elektronik rehber) alabilirsiniz. Üstelik, 1 “audio guide” ın yanında, sınırlı sayıda tablonun anlatıldığı, çocuklara uygun bir “audio guide” da ücretsiz veriliyor. Çocuklar tüm gün “audio guide” larla müzeyi gezdiler. İngilizcesini çoğu zaman az anlasalar da, arada kitaptan yaptığım çevirilerle onları destekledim. Müze gezmek çocuklar için yorucu olsa da, sanat ile iç içe bir gün geçirmenin onların hayatında bir farklılık yarattığını düşünüyorum. O gün, öğle yemeğimizi müzenin kafeteryasında birşeyler atıştırarak geçirdik. Akşamsa, çok yorgun bir şekilde arkadaşımızın evine döndük. Arkadaşımız yemeğin yanına çok güzel bir İspanyol tortillası yaptı. Keyifli bir yemek yedik. Hatta şimdi size kısaca Tortilla’nın tarifini verebilirim: Yarım soğanı küçük ve ince olarak doğrayıp, 3 patatesin kabuklarını soyarak, ograten yapacakmış gibi küçük küçük kesiyor ve hep birlikte tereyağında kavuruyorsunuz. Patatesler yumuşadıktan sonra, 3 yumurtanın sarısını çırparak tavaya ekliyorsunuz. Yumurta pişince çevirip tersyüz ediyorsunuz. Nefis İspanyol Tortillası, yemeye hazır hale gelmiş demektir.
Ertesi günkü programımız, eski bir Ortaçağ kasabası olan Toledo’yu ziyaret etmekti. Toledo, Madrid’e 70 km uzaklıkta bir kasaba. Sabah 10.30 trenine binmeyi planlayarak yola çıktık. Yine metro kullanarak, Toledo’ya gidecek trenlerin olduğu gara gittik. İndiğimiz durağın adı “Athocha renfe” idi. Burada, garın içinde ilerlerken biraz zaman kaybettik. İspanya’da insanlar maalesef çok az İngilizce biliyor. Bu yüzden bilgi alabilmek için bayağı zaman kaybettik. Metrodan çıkışta ilk kuyrukta biraz bekledik, fakat öğrendik ki burası Toledo seferleri için bilet alınan kontuar değilmiş. Sonra bizi, garın sağına doğru bilet satışı yapılan başka bir yere yönlendirdiler. Orada yine kuyrukta bekleyip de sıramız geldiğinde saat 11.30’a bilet kalmadığını öğrenince büyük hayal kırıklığına uğradık. Ama bu bize, tüm seyahat ile ilgili biletleri o şehre varınca internet üzerinden almamız gerektiğini iyice öğretmiş oldu. Toledo’ya, mecburen 12.30 treniyle gitmek zorunda kaldık. Biletlerimizi de, dönüşte herhangibir sorun yaşamamak için, gidiş-dönüş olarak kestirdik. Biletleri bu şekilde almak, fiyat açısından da bir indirim sağlıyor. Bu arada bilet fiyatları büyükler için 12,90 EUR, çocuklar için 7,75 EUR. Toledo’ya yolculuk, Madrid tren istasyonundan tam 1 saat sürdü. Toledo tren garı şehir merkezinin biraz uzağındaydı. Merkeze ulaşmak için, yokuş yukarı 20-25 dakika kadar bir yol yürümemiz gerekti. Toledo, UNESCO dünya mirası listesinde yer alan bir kasaba. Kasaba tarih akışı içinde hem müslümanlara, hem de hıristiyanlara ev sahipliği yapmış. Tarih boyunca önemli bir dini merkez olma özelliğini sürdürmüş. Toledo, cami, sinagog ve katedralin bir arada bulunduğu bir kasaba. Biz, üçünü de gezmeyi ihmal etmedik. Tüm bu yerlerin girişi, 10 yaş altı çocuklar için ücretsiz. Toledo’nun en büyük katedrali olan Toledo Katedrali, Ortaçağ Gotik Mimarisi’nin en çarpıcı özelliklerini yansıtıyor. Gerçekten gezilmeye değer bir yer. 1227 yılında inşasına başlanılan katedrale, yüzyıllar boyunca eklemeler yapılmış. Ana şapelin inşasına 1498 yılında başlamış ve tamamlanması tam 6 yıl sürmüş. 6 değişik mimar, zaman içinde farklı katkılar sağlamışlar. İçeride her köşede farklı bir yapıt ile karşılaşıyorsunuz.
Toledo’da ayrıca, Yunan asıllı ünlü İspanyol ressam El Greco’nun yaşamış olduğu, şimdi müze olan evi gezdik. El Greco’nun bazı tabloları da burada sergileniyor.
Öğle yemeğimizi Lacave isimli bir restoranda yedik. Restoran, eski bir mağaranın hayat bulmuş şekliydi ve içinde kendilerine ait bir şarap mahzeni vardı. Öğlenleri 2 çeşit menü alternatifi sunuluyordu. Fiyatı 11,95 EUR olan menülerde ana yemek, ara sıcak, salata ve tatlı mevcuttu. Biz 2 menü alıp çocuklarla paylaştık. Ana yemekte lazanya ve kılıç balığı (cold fish) vardı. Fakat, biz ana yemekten çok ara yemekleri beğendik. Lazanyayı beğenmedik. Çocuklar için ortam değişik bir tecrübe oldu.
Toledo’dan ayrılmadan önce, hediyelik birşeyler de almak istedik. Burası, çelik bıçakları ile ünlü bir şehir. Yemek yapımına düşkün ve meraklı bir aile olduğumuz için, sevdiklerimize mutfak için çelik bıçaklar aldık. Sonra da akşam geç bir saatte Madrid’e geri döndük.
Toledo’yu gezmek yorucu olduğu kadar da keyifliydi de. Yokuşları, inişleri, çıkışları ve sürpriz sokaklarıyla, gün içinde dinlenmemize hiç fırsat vermedi. Zamanımız sınırlı olduğu için, akşam yemeğini tren garına yakın bir yerde pizza ile geçiştirdik. Yine önce tren, sonra metro kullandık.
Cuma günü Madrid’te son günümüzdü. Geldiğimiz günden beri çok yorulduğumuz için, o sabah geç kalkıp, arkadaşımızla uzun bir kahvaltı yaptık. Sonra da, siesta zamanını parkta geçirmek için hep birlikte metroya doğru yola çıktık. Velasquez durağında inerek Goya caddesinde bir yürüyüş yaptık. Goya caddesi, Madrid’in en hareketli caddelerinden biri. Alışveriş meraklılarının uğrayabileceği bir yer. Tüm mağazalar ve İspanya’nın en büyük zincir mağazası “El Corte Inglés” de bu cadde üzerinde.
İspanya’da öğle tatili 2 saat olduğu için, öğle tatillerinde insanları dışarda görebiliyorsunuz. Herkes sandviçini alıp, Madrid’in en popüler parkı olan “El Retiro Park”a gidebiliyor. Park oldukça büyük. İçinde kayıklarla gezebileceğiniz bir gölet bile var. Biz de sandviçlerimizi alıp, çimenlerde keyifli bir zaman geçirdik. Sonra tekrar metroyla eve dönüşe geçtik. Çocuklar arkadaşımızın evinin yakınındaki parkta bisiklete binip, basketbol oynayarak çok eğlendiler. İspanya’da yapılaşma enine doğru. Tüm tatilimiz boyunca hiç yukarı doğru yükselen bina görmedik. Madrid ortalama 6 milyon nüfusa sahip bir şehir. Bunun sadece yarısı merkezde yaşıyor. Akşam, arkadaşımızın evinin yakınında bulunan, bir alışveriş merkezindeki Arjantin restoranına hep beraber yemeğe gittik. Yemek çok lezzetliydi. Değişik şekillerde marine edilmiş etleri, şişleriyle birlikte servis ettiler.
Ertesi gün artık Barcelona’ya doğru yola çıkacaktık. Arkadaşımız biletlerimizi daha önce internet üzerinden almıştı. Trenimiz saat 6.20’deydi. Yine trenimize son dakika yetiştik. Barcelona-Madrid arası, hızlı tren ile tam 2 saat sürdü. Barcelona için, booking.com dan, “Passeig de Gracia” caddesi üzerinde bir ev için rezervasyon yapmıştık. Kaldığımız ev, şehrin en lüks caddelerinden birinin üzerinde bir çatı katı daire idi. Merkezdeydi. Barcelona’da trenden inince hemen 2 günlük metro pası aldık. Bu bilet ile istediğiniz her türlü ulaşım aracını kullanabilir ve hatta havaalanına transfer bile yapabilirsiniz. 2 günlük süre için en ekonomik ulaşım ücreti buydu. Sınırlı zamanımız olduğu için her şeyi hızla yapmak zorundaydık. Önce eve gidip, valizlerimizi bıraktık. İlk durağımızı, La Sagrada Familia Bazilikası olarak belirledik. Madrid ve Barcelona’da metro ile her yere ulaşım gerçekten oldukça kolaydı.
La Sagrada Familia’ya vardığımızda, bazilikanın görkemi karşısında dilimiz tutuldu. Giriş için uzun bir kuyruk vardı ve tüm hafta sonu biletleri bitmişti. Barcelona’ya gidenler için en önemli önerim, gideceğiniz yerin biletlerini önceden almayı ihmal etmemeniz. Bizim gibi hafta sonu ve ulusal bir tatile denk gelirseniz, zamanınız sınırlı ise bilet bulmanız mümkün olamayabiliyor. La Sagrada Familia, Barcelona’nın en ünlü mimarı Antonio Gaudi’nin eseri. Gaudi, bu eseri ölümüne kadar bitirememiş. Yıllar içinde bazilikanın inşasına devam edilmiş ve Gaudi’nin hayal edip tasarladığı şekilde bitirilmeye çalışılmış. Bazilika’yı dışardan görüp, hemen Park Guell’e geçmeye karar verdik. Park Guell, Gaudi’nin en önemli eserlerinin içinde yer aldığı bir park. Eusebi Guell, 17 hektarlık araziyi, içine 50’den fazla ev yapmak için satın almış. Mimar olarak Gaudi’ye bu alanı teslim etmiş, fakat proje tamamlandığında bir ev bile satılamamış. Daha sonra Guell’in varisçileri parkı belediyeye satmış ve belediye de bu alanı parka çevirerek, ziyarete açmış. Çocuklar için bu parkı gezmek bir masalın içinde dolaşmak gibi. Parktaki eserler yapılırken Hansel ve Gretel’in sahneleniyor olması Gaudi’yi etkilemiş. Parkın girişi ücretli. Biz La Sagrada Familia’da yaşadığımız durumun aynısını burada da yaşadık. Park Guell ‘de maalesef eserlerin olduğu kısmı gezmek için de biletler tükenmişti. Bugün için biletler satışa sunulmuş ve yeni ziyaretçilere park kapalı idi. Biz de 5,5 EUR karşılığında, açık olan ve bilet bulabildiğimiz Gaudi’nin evini gezmeye karar verdik. Ev, dış cephesi ve iç mimarisi açısından farklı yumuşak ve keyifli çizgilere sahipti. Ayrıca Gaudi’nin ergonomik olarak tasarlanmış sandalye ve koltuklarından örnekleri de görme fırsatı bulduk. Yine de diğer eserleri göremediğimiz için üzüldük. Parkın, akşam 20.30’dan sonra tüm ziyaretçilere ücretsiz olduğunu öğrendik. Biz de, Gaudi’nin evini gezdikten sonra tüm eserlerini görebilmek için akşam 20.30’da parka tekrar gelmeye karar verdik. Aradaki zamanı ise, Barcelona limanındaki, “La ramblas” isimli, eski kentin binalarının olduğu caddeye giderek geçirmeye karar verdik. Guell Parkı’na metroyla geldik, fakat parkın girişine ulaşmak için 20 dakika yokuş yukarı yürümek zorunda kaldık. Merdivenler çok fazla, arada açık havada yürüyen merdivenler mevcut. Yürüyen merdivenler olmasa parka ulaşmak çok zor olabilir. Ben ilk defa sokakta, açık havada yürüyen merdiven gördüğüm için etkilendim. Parka girdikten sonra, aslında en akıllıcasının üst kapıdan girmek olacağını anladık. Üst kapıya toplu taşıma ile ulaşabilmek için otobüs kullanmak gerekiyor. Bu sebeple “La Rambla”ya gidişi, 24 numaralı otobüsle Passeig de Gracia’ya gelip, oradan metroya aktararak yaptık. Metroda “Drassan” durağında indik. Bu durağın “porte” çıkışından çıkınca, Port Vell limanına ulaşmış olduk. Limanda Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinden sonra Barcelona’ya dönüşünü simgeleyen bir heykeli var. Dilerseniz anıtın tepesine asansör ile çıkıp, Barcelona’yı buradan seyretmeniz mümkün. Biz parka geri döneceğimiz için bunu gerçekleştiremedik.
Limanın sonunda, içinde birçok restoranın da bulunduğu bir alışveriş merkezi var. Bizse akşam yemeğimizi limanda, hızlıca yiyip kalkabileceğimiz Fresh&Co adlı bir restoranda yedik. Yemekler çok başarılı olmasa da fiyatlar uygun: Çorba, pizza, spagetti, et, meyve, tatlı ve içecek her şeyden istediğiniz kadar yiyerek, sadece 11,95 EUR ödeyebiliyorsunuz. Çocuklar içinse aynı menü sadece 5 EUR. Akşam yemeği faslı bittikten sonra tekrar La rambla yönünde yürüyerek caddede sokak dükkanlarından ufak hediyelik eşyalar aldık. Eski Barcelona evlerinin yer aldığı kalabalık bir cadde olan La Rambla, Barcelona’nın simgelerinden biri. Kristof Kolomb heykelinin önünde bulunan cadde girişinde, bir sürü canlı heykel var. Canlı heykellerle fotoğraf çektirdik. Çocuklar öyle bir deneyimi de ilk defa yaşadılar.
Akşam tekrar 24 nolu otobüs ile Guell Parkı’na gittik ve gündüz göremediğimiz tüm Gaudi eserlerini ücretsiz gezebildik. Saat tam 20.30’da orada olursanız aydınlık havada tüm eserleri hızlı bir turla görmeniz mümkün. Biraz daha gecikirseniz, hava kararacağı için birçok eseri görme şansınız olamayabilir. Park turundan sonra çok yorgun bir şekilde 24 nolu otobüs ile Passeig de Gracia’daki evimize döndük.
Ertesi sabah, çocuklar babalarıyla Nou Camp Stadyumu’na gidecekleri için ben onlardan ayrıldım. Futbola ilgim olmadığı için, bu turu ailenin geri kalan kısmı gerçekleştirdi. Futbola ilgisi olanların bu turu gerçekleştirmesini öneririm. Nou Camp, Barcelona Spor Klübü’ne ev sahipliği yapan stadyum. Stadyumu gezmek için girişte bir tur almışlar. Çocuklar döndüklerinde bu geziyi yaptıkları için mutluydular.
Burada kahvaltımızı iki sabah üst üste, Quo quo isimli, Passeig de Gracia üzerinde bir restoranda yaptık. Ben, Gaudi’nin eserlerinden, Passeig de Gracia üzerindeki evini görmeye gittim. Gaudi’nin başyapıtlarından biri olan Casa Battlo, gerçekten görülmeye değer bir ev. Az zamanım ve uzun bir kuyruk olduğu için girme teşebbüsünde bulunmadım. Gaudi’nin görülmeye değebilecek diğer 6-7 eseri Barcelona’da halka açık, fakat bu saydıklarımın girişleri ücretli ve önlerinde uzun kuyruklar mevcuttu. Bu yüzdem de biz ne yazık ki kısa sürede bunları gezmeyi başaramadık. Evimizde bulunan raklet aletini kullanabilmek için peynir alma işini sona bırakmıştım. Bunun için hızla La Rambla Caddesi’ne yöneldim. Fakat Pazar günü İspanya’da her yer kapalıymış. Bunu atladığım için maalesef peynir filan alamadıysam da, bu sayede La rambla üzerinde büyük bir yiyecek marketi keşfettim. Marketin adı La Bouqeria. Sonradan yaptığım araştırmalarda, görülmeye değer bir pazar olduğunu fark ettim. Bir dahaki Barcelona gezimde atlamamaya karar verdim. Siz de muhakkak bu pazarı gezip, farklı bir deneyim yaşamayı ihmal etmeyin derim. Sonra, Passeig de Gracia’ya dönüp ailenin diğer üyeleri ile buluştum. 2 günlük metro paslarımız ile havaalanına gitme şansımız olduğu için başka bir transfer aracı kullanmadık. Eşyalarımızı, yine Passeig de Garcia üzerinde, metro istasyonuna yakın bir valiz emanetçisine bırakmıştık. Oradan valizlerimizi alıp metro ile aktarma yapabildiğimiz tren istasyonuna ulaştık. Trene binip havaalanına vardık. Havaalanına böyle bir ulaşım yolu tercih edecekseniz, yeterli zaman ayırmanızı öneririm. İnsanlar hem dil sorunu, hem de bilgi eksikliği yüzünden maalesef çok da yardımcı olamıyorlar.
Barcelona gerçekten de çok yaşanılası, keyifli bir şehir. Bir başka zaman tekrar gidebilmek üzere İspanya ile vedalaştık.
Bu yazı 2016 Temmuz ayında yapmış olduğumuz Yunanistan-Makedonya-Karadağ gezimizi kapsamaktadır. Hayalimiz aslında Hırvatistan, Saray Bosna’ya da gidebilmekti, fakat bayram dolayısı ile sınırlar kalabalık olduğu için cesaretimiz kırıldı. Ayrıca çocuklar deniz tatilini de dört gözle bekliyorlardı.
01 Temmuz 2016
İstanbul’dan sabahın erken saatlerinde yola çıktık. Hedefimiz İpsala sınır kapısından geçip, Yunanistan’a ulaşmaktı. Gideceğimiz yer, İpsala sınır kapısından yaklaşık 400 km. uzaklıktaki Katarin isimli bir kasabaydı. Kalacağımız Otel Oasis, Katarini kasabası , Paralia Bölgesi’nde. Akşama doğru Paralia’da olmayı hedeflemiştik. Paralia’da 1 gece konakladıktan sonra bir sonraki gün gitmeyi planladığımız yer METEORA idi. Bayram dolayısı ile İpsala sınır kapısında yaklaşık 2 saat bekledik. İpsala sınır kapısında araba sigortamızda ciddi bir sorun yaşadık. Bu yüzden maalesef sınırda 185 Euro ödeyerek bir sigorta daha yaptırmak zorunda kaldık. Araba ile seyahat edecekler , sigortayı yapan firmaya güvenip yola çıkmasınlar. Ellerine geçen belgeyi doğru ülkeler işaretlenmiş mi, yazılar okunabilir mi, yoksa üst üste mi basılmış diye muhakkak kontrol etsinler. Aksi halde dalgın bir çalışanın yapacağı yanlış, tatiliniz de sınırlarda sürekli gerginlik yaşamanıza sebep olabiliyor. Sınırda o kadar çok bekledik ki, öğle yemeği için mola vermeden yolumuza devam etmek zorunda kaldık. Yunanistan sınırında aldığımız susamlı tatlımsı simit ve ayran ile idare etmek zorunda kaldık. Akşam 1700 civarı Paralia’daki Otel Oasis’e vardık. Otelimizin odaları banyolar açısından başarısızdı. Odalar temiz sayılabilecek düzeydeydi. Otel sahibi Yannis , negatifliklere rağmen açığı kapattı. Oldukça misafirperver biriydi. Bu bölgeye çok Türk gelmediği için bizi oldukça iyi ağırladı. Annesinin yapmış olduğu kabak mücverlerinden bize ikram etti. Oldukça lezzetliydi. Ayrılırken bizlere ufak hediyeler verdi. Paralia’da kaldığımız otel denize 5 dakika yürüme mesafesindeydi. Odalarımıza yerleştikten sonra kendimizi denize attık. Deniz sakin , kum ve yosun karışık bir denizdi. Uzun araba yolculuğundan sonra yüzmek hepimize çok iyi geldi. Tatilimizi deniz tatilinin de içinde olacağı şekilde planladığımız için tüm kaldığımız yerlerde denize girme fırsatlarını sonuna kadar değerlendirdik. Yannis akşam yemeği için, bizi Molos isimli bir balık restoranına gönderdi. Bu sayede harika bir akşam yemeği yedik. Tüm deniz ürünleri inanılmaz lezzetliydi. Hatta dönüşte uzak olmasa , gelip tekrar yemek yemeği aklımızdan geçirdik. Karides, kalamar, balık çorba, ahtapot çok iyi pişirilmişti. 4 kişilik bir aile için oldukça fazla yemek söyledik ve bahşiş dahil sadece 35 Euro verdik. Bu kadar taze ve lezzetli ürünleri bu fiyata başka yerlerde yemek çok zor.
02 Temmuz 2016
Sabah dağların tepesinde kiliselerin olduğu Meteora Bölgesi’ne doğru yola çıktık. Kahvaltıyı otelin yakınında yapamadık. Yolda bir mola yerinde durup sandviç ve çay ile yaptık. Paralia-Meteora arası yaklaşık 2,5-3 saat sürdü. Meteora, yeryüzündeki sıcaklık değişimleri oluşmuş, ortalama yüksekliği 300 metreye ulaşan koyu renkli dev kayaların olduğu bir bölgede bulunuyor. Burası, aynı zamanda, 14. yy’ da kayalıkların tepesine yapılandırılmış kiliselerin bulunduğu bölge. Rahiplerin 11. yy’ da kaya ve mağaralarda yaşadığı saptanmış. Daha sonra 14. yy’ da 20 değişik kilise binası kayaların üzerine yapılmış. Şu anda 6 aktif kilise mevcut. Meteora , Yunanca’da , gökyüzünün ortası, havada asılı ve yükseklerin cenneti anlamlarına geliyor. Meteora, Unesco tarafından dünya mirası listesine alınmış. Kiliseler yapılırken malzemelerin taşınması 80 yıl, kiliselerin yapımı ise 30 yıl kadar sürmüş. Eskiden kiliselere ulaşım file asansörlerle yapılıyormuş. Meteora çok etkileyici bir yer. Taşların üzerlerinde kiliselerin olması insanı büyülüyor. Toplam 20 adet kilisenin 6 tanesi gezilebilir durumda. Fakat 6 kilisenin bazıları haftanın bazı günleri kapalı. Biz buradan sonra tekrar yola koyulacağımız için hepsini gezemedik. Zaten sıcak bir günde hepsini gezmeye çalışmak oldukça yorucu olacaktı. Sabahtan akşama bir tam gün ayırma faydalı olacaktır.
Küçük, sakin düzenli bir kilise. Merdivenler düzenli ve temiz. Oldukça bakımlı. Her yerde sardunyaları görebilirsiniz. Kilisenin içindeki freskler gerçekten göz alıcı. Hayatımda gördüğüm en düzgün fresklerdi. İlk günkü canlılığını hepsi korumuş. Sanırım bu kadar yüksekte olmaları sebebi ile oldukça iyi korunmuşlar ve nem olmadığı için doğal bozulmaya uğramamışlar.
En büyük kilise ve çok yavaş çalışan bir teleferiği var. İnsanlar merdivenlerle kiliseye ulaşabiliyorlar. Oldukça uzun bir merdivenli giriş yolu var. Küçük kiliseye göre çok daha yüksekte yapılandırılmış. Kilisenin ibadet alanında 12 havarinin içinde bulunduğu freskler mevcut. Ayrıca büyük bir kiler mevcut. Kilerin içinde eski toprak şarap fıçıları mevcut. Kilerin bir kısmı mahzen görüntüsünde. Eskiden kullanılmış mutfak gereçleri sergileniyor. Meterora’da 2 kilise gezdikten sonra Makedonya ülke sınırları içinde ,Ohri’ye doğru yola çıktık. Ohri’ye Arnavutluk üzerinden gidiyoruz zira 2 sınır geçmek yerine, 1 sınır geçmeyi tercih ettik. Yolumuz biraz uzadı, fakat gümrükte kaybedeceğimiz süreyi düşününce aynı sürede Ohri’ye varmayı planladık. Ohri’ye varmak üzereyken şiddetli bir yağmur bastırdı. Yağmurun ötesinde dolu yağdı. Ohri’ye yaklaştığımız zamanda çok şiddetlendi. Ohri’ye girerken yemyeşil bir bitki örtüsü karşıladı bizi. Dolu ile birlikte kendimizi amazon ormanlarında hissettik bir an. Bir taraftan da yorgun olduğumuz için bir an önce Ohri’ye varmak istedik. Akşam 21.00’de Ohri’ye otelimize vardık. Kalacağımız yerin adı Villa İdila. Ohri Gölü’ne kuşbakışı bakan bir yer. Odalar 1 gece için idare eder seviyedeydi. Uzun süreli konaklamalarda öneremeyeceğim bir yer. Akşam yemeğini otele yakın Girne isimli bir restoranda yedik. Yemekler sıradandı ve lezzetli değildi. Çok yorgun olduğumuz için göl kenarında bir restoran deneyemedik.
03 Temmuz 2016
Akşam yatarken kaldığımız yerin sahibi bayan bize kahvaltıda kendilerine özgü bir gözleme türü olan ” gömleze” yiyip yemeyeceğimizi sordu. Biz de deneyebileceğimizi söyledik. Kahvaltı da büyük bir tepsi içinde el açması 4-5 katlı bir yufka-börek karşıladı bizi. Beyaz peynir ile servis etti. Çok katlı kalın hamur oldukça yağlıydı, ben yemekte zorlandım. Yarım günü Ohri’de geçirdikten sonra Karadağ’a doğru yolumuza devam etmeye karar vermiştik. O yüzden sınırlı sayıda aktivite yapma şansımız vardı. Seçmek durumunda kaldık. Sveti Naum’a gitmeye karar verdik. Kaldığımız yer ile Sveti Naum kilisesi arasındaki su müzesini pas geçmek zorunda kaldık. Dini bayrama denk geldiğimiz içi Sveti Naum girişi oldukça kalabalıktı. Girebilmek için araba ile bir süre bekledik. 1 Euro verip Sveti Naum’a girdik. Sveti Naum içinde ona ismini veren küçük bir kilisenin olduğu, Ohri Gölü Kıyısında bir mesire yeri. Göl kenarında yüzülebiliyor. İçinde 3-4 tane büyük restoran var ki bunlar göl kenarında keyifle oturulabilecek yerler. Fuar alanı gibi, hediyelik eşya satan küçük tezgahlar var. Biz hızlıca kiliseye girdik. Freskler yine çok etkileyiciydi. Sveti Naum’da ayrıca Kara Drim nehrinin kaynağına sandal gezisi yapılabiliyor. Nehrin derinliği 3,5 metreye varıyor. Sandal gezisi sırasında bir kilisede mola verdik. Adı St. Maria kilisesi. Bir efsaneye göre, çocukları olmayan kadınlar, kilisenin içinde bulunan kaynak suyundan içerlerse çocuk sahibi olabiliyorlar. Nehrin içinde bir sürü kaynak suyu var. Sandalcının var olan pet şişelerine bol bol su doldurup içtik. Benim önerim sandal gezisine çıkacakların , yanlarına muhakkak pet şişe almaları. Hem gezerken içsinler, hem de doldurup daha sonra da içebilsinler. Zira sandalcının pet şişeleri temiz sayılmaz. Nehrin içinde bin bir çeşit bitki örtüsü var. Suyun temiz ve berrak olmasından dolayı tüm bitki örtüsünü tüm detayları ile görebiliyorsunuz. Doğa o kadar yeşil ki insan kendini sürekli amazon ormanlarında hissediyor. Sandal gezisi yaklaşık 20 dakika sürdü ve tüm sandalı kiralamak 10 Euro. Sandal gezimiz bitince Ohri Gölü’ne ayaklarımızı soktuk. Gölde yüzmek çok keyifli gözüküyordu. Su ılık ve tertemizdi. Ohri’de zamanımız keşke daha fazla olsaydı dedik. Önerim Ohri’de en az 2 gün geçirmeniz. Yapamadıklarımız:
Ohri’den saat 13.00’de yola çıktık. Saat 14.00’de Arnavutluk sınırındaydık. 4 saatlik bir yolculuğun sonunda Tivat’a varmayı hedefledik. Maalesef yolumuz Arnavutluk üzerinden çok uzun sürdü. Arnavutluk’un Makedonya’ya yakın bölgeleri oldukça fakir ve bakımsız görünüyordu. Aksine Karadağ’a yakın bölgeleri ise oldukça bakımlı ve zengin bir görünüyordu. Ohri gölü Arnavutluk ve Makedonya arasında yarı yarıya paylaştırılmış, aynı şekilde İşkodra Gölü ise yine Arnavutluk ve Karadağ arasında paylaştırılmış. Arnavutluk 2 gölün de yarısında hak sahibi. Karadağ sınırını geçmek çok uzun sürdü. Sınır gerçekten kalabalıktı, fakat en güzel tarafı Arnavutluk ve Karadağ için çıkış ve vize kontrolünün aynı noktada yapılması oldu. Bu sayede 2. kez bir kuyrukta beklemekten kurtulduk. Yolumuz, Karadağ yollarının çok virajlı ve Arnavutluk yollarının kötü olmasından dolayı tahmin ettiğimizden çok uzun sürdü. Tivat’a saat 21.00’de varabildik. Akşam yemeğini “Prova” isimli bir restoranda yedik. Yemekler, özellikle etin sosu oldukça lezzetliydi. Porsiyonlar doyurucuydu. Deniz kenarında olması ayrıca keyifliydi. Prova’da 4 kişilik bir aile için 1 küçük şarap ve yemeklere ortalama 60 Euro ödedik. Akşam geç saatte kalacağımız yere yerleştik. Kaldığımız yer bir aile işletmesi olan” Villa Markoviç”. Adriyatik kıyısında , akşam balkonundan keyifle denizi ve ışıkları seyredebildiğiniz bir yerdi. Hatta önünden rahatlıkla denize giriliyordu.
04 Temmuz 2016
Ertesi gün bulunduğumuz yerin sol tarafındaki plajdan denize girdik. Tüm günümüzü yorgun da olduğumuz için orada ki plajda geçirdik. 2 şezlong ve 1 şemsiye için 12 Euro ödedik. ” Big Ben” isimli bir restoranda kahvaltı ve öğle yemeği yedik. Bir porsiyon fish & chips 8 Euro ,diğer yemeklerde ortalama bu fiyatta idi. Adriyatik’e bu dönemde girerken hafif bir serinlik hissi verse de, hemen alışıp saatlerce suda kalabiliyorsunuz. Çocuklar hiç üşümeden , denizde uzun saatler geçirebildiler. Deniz sakin, dalgasız ve çok keyifliydi. Tivat’ta kaldığımız bölge Karadağ’ın popüler şehirleri Budva ve Kotor’a göre oldukça sakindi. Kaldığımız tüm süre boyunca bu plajda , bayram olmasına rağmen, Türkiye’den kimse ile karşılaşmadık.
05 Temmuz 2016
Bugün kahvaltıyı odamızda yaptık. Yakında bulunan bir marketten hızlı kahvaltı yapabileceğimiz malzemeleri bir gün önce almıştık. Sonra 11.00 ‘de başlayacak yarım günlük İşkodra Gölü turu için Budva’ya doğru yola çıktık. İşkodra Gölü kuş gözlemcilerinin ziyaret merkezi, fakat bulunduğumuz dönemde kuşların geliş dönemi olmadığı için flamingo ve pelikan göremedik. Sazlıklardan geçerek gölü dolaştık. Tekne ile göl gezisi yapmak , çocuklar için bir tecrübe olabilir, fakat eğer kuş görme şansınız yok ise geziden beklentiniz olmamasını öneririm. Gezi sonunda Göl kenarında bulunan bir balık restoranında keyifle göl balığı yedik. İçlerinde en lezzetlisi alabalık idi. Göl gezisi ve yemeğe kişi başı 30 Euro verdik. Göl gezisinden sonra arabamızla Budva’ya devam ettik. Budva yolu üzerinde durup Sveti Stefan Adası’nı yakından gördük.
Sveti Stefan, Karadağ’ın ünlü turistik şehri Budva’nın yakınlarında yer alan bir köy. 15. yüzyıldan kalma bir köy. Farklı bir görüntüye sahip . Deniz ile bir kara bağlantısı var. Budva’ya 5 km. uzaklıkta.
İçerisinde 100 kadar ev, 3 kilisenin olduğu, dar bir yol ile kıyıya bağlı olan Sveti Stefan Adası, 19. yy’da 400 kadar kişinin yaşadığı bir yermiş. Etrafı surlarla çevrili ada, geçmişte Türklere ve korsanlara karşı savunma ve sığınma yeri olarak hizmet vermiş. 1960’lı yıllara kadar bir balıkçı köyü olarak gelmiş. Eski Yugoslavya lideri Tito rejimi tarafından, adadaki köylüler karaya taşınarak; köy dünyanın elitlerinin özel tatil yerlerinden biri haline getirilmiş. 60-80’li yıllar arasında Sofia Loren, Marliyn Monroe, Orson Welles, Kirk Douglas ve Liz Taylor gibi ünlülerin uğrak yeri olmuş.
Budva’ya ilk gelişimiz. Budva tarihi kalesi ile çok güzel bir panoramik görüntüye sahip. Denizde kaleyi seyrederken kulaç atmak, bizi Ortaçağ Dönemi’nde gezintiye çıkardı. Çan sesleri kiliseden ara ara duyuldu. Denize yüzünüzü verdiğinizde, kalenin sağ tarafında kayaların içinde , file ile deniz bağlantısı kesilmiş , sizi ilerde bulunan koylarda ki plajlara götüren bir yürüme parkuru var. Bu parkuru yürümek ilerideki koylardan denize girmeseniz bile etkileyici. En son da bulunan koy Kaş’ın Liman ağzı görüntüsünde. Denizde küçük büyük balıkları seyretmek mümkün. Geç bir saatte geldiğimiz için en sondaki tüm koylar çok kalabalık ve yer yoktu. Biz de ilk girişte denizin biraz daha sakin olduğu plajdan denize girdik. Bu bölgenin adı ” Mogren Beach”. 2 şezlong ve 1 şemsiyeye 25 Euro ödedik. Oldukça pahalıydı. Deniz bizim 1 gün önce girdiğimiz denize göre biraz daha karanlıktı. Serinliği Tivat ile aynıydı ama biz Tivat’taki plajı daha çok beğendik. Plaj saat 19.00’da kapandı ve bize plajı terk etmemizi söylediler. Sonra meydanda “Mozart” restoranda çocuklar pizza yediler ve hoşlarına gitti. Biz büyükler ise Mozart’ın tam karşısında ” Cafe Opium” ‘da akşam yemeği yedik. Et fena değildi, ayrıca peynir tabağı ve tavuk sarma lezzetliydi , risotto yağlıydı.
06 Temmuz 2016
Tüm günü, kaldığımız bölge Tivat’ta geçirdik. Tatilin çocuklar açısından da cazip olması önemli. Bu tatili deniz tatili de olarak planladığımız için bol bol denize girmeye çalıştık. Sınırların çok kalabalık olmasından dolayı bu gezimizde Dubrovnik ve Mostar’a gitmekten vazgeçtik. Herkes Dubrovnik’e gidilirse 1 gece kalmayı önerdi. Biz de bu noktaları daha sonraki gezilerimize bıraktık. Sabah odada hızlı bir kahvaltı yaptık. Tüm günü otel Waikiki önündeki plajdan denize girip dinlenerek geçirdik. Çocuklara deniz yatağı aldık ve tüm günü suda geçirdiler. Sahillerde bir sürü çocuk olmasına rağmen, kendi sahillerimizin aksine bir çocuk sesi duymanız mümkün değil. Tivat’ta arkada dağ ve yeşillikleri seyrederek keyifle yüzebildik. Bulunduğumuz bölge oldukça huzurluydu.
07 Temmuz 2016
Bugün sabahtan kalkıp Kotor’a doğru yola çıktık. Daha görmek istediğimiz çok yer vardı. Kotor Karadağ’ın ortaçağdan kalma bir şehri. Eski Kotor’a bir kale kapısından giriliyor. İçeriye girdiğinizde çok etkileniyorsunuz. Çünkü evler oldukça iyi korunmuş durumda . Sokak aralarında artık restoranlar ve kafeler mevcut. Gözlerinizi kapatıp, kendinizi ortaçağ dönemi sokaklarında yürüyormuş gibi hayal etmemeniz için hiçbir sebep yok. Hava çok sıcaktı. Yaz dönemi ve bayrama denk geldiği için oldukça kalabalıktı. Çocuklar eski Kotor’da deniz müzesine girmek istediler. Çıktıklarında çok keyifliydiler. Müzeyi çok beğenmişlerdi. İnsan Kotor’dan ayrılmak istemiyor. Sokaklarında oturup birşeyler içmek gerçekten keyifliydi. Eski Kotor’dan çıkışımız öğle saatlerine denk geldiği için kale duvarının dibindeki restoranların birinde öğle yemeğimizi yedik.
Günün ikinci yarısındaki durağımız Perast’tı. Perast gerçekten Karadağ’dan ayrılmadan görülmesi gereken bir kasaba. Kotor’dan 14 km. mesafede. Küçük bir yerleşim bölgesi ve UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Venedik mimarisinin etkisinde kalmış küçük bir kasaba.
Denize girmeye herkes can attığı için Perast’ta bulunan küçük bir plajdan hemen kendimizi denize attık. Burada şezlonglar ve küçük bir kafe vardı. Arabanızı rahatlıkla park edebileceğiniz bir otopark da mevcuttu. Su biraz soğuktu. Adriyatik insana ilk girişte hafif bir serinlik veren , girdikçe alışılan bir deniz. Benim için en etkileyici kısmı yüzerken dar bir boğaza bakarak yüzmekti.
Kotor körfezi burada iki dağ arasına sıkışıp kalmış. Açığa çıkarken gizemli bir şekilde dağların arasından geçerek açılabilirsiniz. Denizde yüzüp herkes biraz serinledikten sonra bir motor kiralayıp, karşınızda duran Lady of Rocks adasına gidebilirsiniz. Lady of Rocks adası yapay bir ada. Sonradan yapılmış. Saint George adası ise Lady of Rocks adasının yanında doğal bir diğer ada.
Lady Of Rocks adasına gitmek için bir tekne kiraladık. 10 dakika sonra adada idik. Adada bulunan küçük bir kilise ve müzeyi gezdik. Adanın insana huzur veren bir havası vardı. Çok keyifliydi. Perast’a giden herkese Lady of Rocks adasına gitmelerini öneririm. Kişi başı 10 Euro. Adayı gezdikten sonra geri dönüp kaldığımız yere Tivat’a doğru yola çıktık. Ertesi günü dönüş yoluna geçeceğimiz için akşam yemeğimizi kaldığımız bölgede yiyip, yatmaya karar verdik. Manzarası çok güzel olan odamızdan ayrılmak zor oldu.
08 Temmuz 2016
Sabah hafif bir kahvaltı yapıp, yola çıktık. Amacımız Arnavutluk üzerinden Yunanistan’a geçip , Kastoria gölü kıyısında rezervasyon yaptığımız otelde kalmaktı. Bizi çok uzun bir yolculuk bekliyordu. Bir de üstüne ailemizin 8 yaşındaki miniğinin hasta olup tüm yol boyunca mide bulantısı ve çıkarma ile geçirmesi yolumuzu daha da stresli bir hale getirdi. Normalde ben bu tip hastalıklara karşı, ilaçları yanıma alarak giderim. Fakat yanıma mide bulantısı ilacı almamıştım. Miniğimiz çok uyumlu olduğu için hasta hali ile bile sesini çıkarmadan tüm yolculuğu metanetle geçirdi. Arnavutluk’ta Tripadvisor’ın listesinde ve yolumuzun üstünde Taverna Attika diye bir restoranda durduk. Amacımız et yiyebilmekti. Ama onlar bize önden karışık açılış yemekleri getirelim dediler. Biz de sınırlı olacağını düşünerek kabul ettik, fakat yemeklerin ardı arkası kesilmedi. Bize de maalesef et yiyecek yer kalmadı, fakat öncesinde gelen tüm yemekler çok lezzetliydi. Kabak kızartma, üstü susam ile kaplı bir peynir mezesine hepimiz bayıldık. Buraya giderseniz tavsiyem açılışı sınırlı tutmanız ve muhakkak bir et tecrübe etmenizdir. Menü İngilizce olmadığı için biraz zorluk oldu. O yüzden interneti kullanmaya hazır olmakta fayda var. Dekor gündüz için biraz kasvetliydi. Tüm yediklerimize rağmen hesap oldukça uygun geldi. Aile başı, 4 kişi için 20 Euro. Arnavutluk’u Ohri nehri kıyısından geçtik. Ohri Nehri’nin bu kısmı Makedonya tarafına göre daha bakir ve daha gösterişsiz.
Öğle yemeğinden sonra yolumuza devam ettik. Akşam saat 18.00 ‘de Kastoria Gölü kıyısındaki otelimize vardık. Ufağımız hasta olduğu için akşam yemeğinde ne yapacağımıza tam karar verdik. Sonra bir balık restoranına gitmeye karar verdik. Biz de çocukları , seyahat ettiğimiz arkadaşlarımızın yanında yemekte bırakıp eczane bulmak için yola çıktık. Yunanca bilmeyince anlaşmak gerçekten zor olabiliyor. Bir kaç yere sorsak da nöbetçi eczane bulmak zor oldu. En sonunda tarif ettikleri eczane kapalı çıkınca tam ümidimizi kaybetmişken, eczane camına baktığımızı gören araba içindeki orta yaşlı bir aile durdu. Bize elleriyle onları takip etmemizi, eczaneye götüreceklerini söyledi. Onların arkasına takıldık ve eczaneye kavuştuk. İnanılmaz bir tecrübe idi. Eczanede Türkiye’de ismini bildiğim ilacın internetten içeriğini buldum. Aynı içerikte yine tarzanca anlaştık. İlacımızı alıp, geri döndük. O gece ilaç sayesinde miniğimiz huzur içinde uyudu.
Yemeğimizi yedikten sonra otelimize geri döndük. Yunanistan’da deniz ürünleri gerçekten çok lezzetli. Yine çok lezzetli ahtapot yeme şansımız oldu.
09 Temmuz 2016
Bu sabah Nea Peramos tarafına yola çıktık. Amacımız Türkiye’ye dönmeden bir deniz tatili daha yapabilmekti. Ekibimizin diğer ailesi Selanik’i görmediği için onlar Selanik’e doğru gittiler. Amacımız İstanbul’a dönüş yapmadan tekrar denize girebilmekti. Öğlen saat 13.00 gibi otelimizdeydik. Hemen odamıza yerleştik. Plaj otele çok yakın olduğu için mayolarımızı giyip sahile gittik. The Blue Apartments and Beach Apart otelinde kaldık. O gün tüm gün sahildeki restoranda yine deniz mahsüllerimizi ve kabak kızartmamızı yedik. Yine hepsi çok lezzetliydi. Sahildeki plaj çok kalabalıktı. Yerel turist çok fazla idi. Sahil temiz ve düzenli değildi. Karadağ sahilleri gerçekten çok farklı. Yunanistan sahilleri bizim ülkemizi andırıyor. Deniz kalitesi olarak berrak bir deniz değildi. Akşam yine sahilde yemeğimizi yedik. Ertesi sabah yine Türkiye’ye dönüş için yola çıkacağız.
10 Temmuz 2016
Sabah kalktık. Toparlandık. Kahvaltımızı yaptık ve dönüş yoluna geçtik. Keyifli bir tatilin sonuna gelmiştik. Dönüş yolunda Tekirdağ’da durup Özcanlar’ın çarşı içindeki restoranında köftemizi keyifle yiyip, evimize vardık.
Tüm bu tatilin sonucu: